Civan Değer
DAKTİLO NEWS - Eski zamanlarda, köylerde yaşadığımız o sade ve güzel yıllarda, evlerimizin gerçek bekçileri kapı önlerinde sessizce nöbet tutan köpeklerimizdi. Aile fertlerine karşı sonsuz bir sadakatle bağlı, yabancı yaklaştığında ise koruduğu alana dair bütün duyguları birdenbire alevlenen bu dostlarımız, aynı zamanda en iyi yol arkadaşlarımızdı.
Ben daha on, on iki yaşlarındaydım. Evimizin önünden başlayıp yüzlerce çeşit, rengârenk çiçeklerin açtığı patikadan yürüyerek, köyümüzü ikiye bölen Bendimahi Çayı’na doğru iner, üzerindeki tahta köprüden geçerdim. İlkbahar aylarında, dünyada yalnızca Van Gölü’nde yaşayan inci kefali, sert ve coşkun akıntıya inat, sanki suyla dans edercesine bu çaya yükselir, yumurtalarını bırakır, sonra tekrar göle geri dönerdi. Çocuk aklımla bu yolculuğu bir mucize gibi seyrederdim.
Yıllar önceki volkanik patlamalarla şekillenmiş Tendürek Dağı’nın eteklerinden doğup buz gibi akan kaynak sularıyla beslenen tarlamıza gitmek istemiştim o gün. Köyde toprak damlı, taş duvarlı evlerin arasından geçerken, bir anda sağ bacağımda keskin bir acı hissettim. Ne olduğunu anlayamadan irkildim. Arkamı döndüğümde, Haydar Dağ amcamızın evinin önünde pusuda bekleyen köpeğin saldırısına uğradığımı gördüm. Sağ bacağım kan içindeydi. Çığlığımı duyanlar evden koşup geldiler ve beni köpeğin dişlerinden kurtardılar.
Babam… Onu daima rahmet ve minnetle anarım. O yıllarda bölgede yaşıtları arasında okuma yazma bilen ender insanlardandı. Askerliğini de sıhhiye olarak yaptığı için, sağlık konusunda fazlasıyla bilgi sahibiydi. Köydeki hastaların büyük çoğunluğunun iğnelerini o yapar, derdine derman arayanların kapısı olurdu. O gün de önce bana bir iğne yaptı, ardından uzun süren bir tedaviyle, doktora gitmeme gerek kalmadan beni iyileştirdi. Bedenim sağlığına kavuşmuştu ama ruhumda bambaşka bir yara açılmıştı. Köpeklere karşı içimde derin, karanlık bir korku yerleşti. Yıllar geçti, bu korku bilinçaltıma kazındı ve düne kadar peşimi hiç bırakmadı.
Dün, bizim “Mami” dediğimiz can dostum Muhammet Ali aradı…
“Gel, bir çay içelim,” dedi abi.
Mami Erzurumlu, ben Vanlıyım; haliyle ikimizin de çaya ayrı bir düşkünlüğü var. Bir kafede buluştuk, daha yeni yeni sohbete dalmıştık ki, Mami’nin “Kazım ağabey” diye hitap ettiği bir beyefendi, gayet vakur bir hâlde masamıza yaklaşıp selam verdi. Tam sandalyeye ilişeceği sırada, elindeki tasmanın ucundan, çok sevimli ama benim içimdeki korkudan bihaber bir köpek yanıma doğru geldi.
O an, yıllara gömüldüğünü sandığım o eski korku birden yeniden uyandı. Yüreğim hızla çarpmaya başladı, nefesim daraldı. “Bir şey yapmaz, sakin ol,” dediler. Ama benimki sıradan bir tedirginlik değildi; çocukluğumdan kalma, kök salmış bir dehşetti.
Mami köpeğe dönüp seslendi...
“Dante, abinin yanına git!”
Ben geri çekildim, kaçmak istedim ama Dante’nin masum bakışlarına ve sevimliliğine fazla dayanamadım. Cesaretimi topladım, yavaşça elimi uzattım ve usulca başını okşadım. O anda içimden bir şeyin çözüldüğünü hissettim. Yıllardır içimde kilitli duran, Bendimahi’nin soğuk suları gibi içimi sızlatan o korku, Dante’nin yumuşak tüylerinde erimeye başladı.
O gün anladım ki köpekler, ya da genel olarak hayvanlar, insanlara düşman değiller. Onları bize düşman eden, çoğu zaman yine insanın ta kendisidir. Yanlış muamele, ihmal, şiddet, cehalet… Hepsi onların da, bizim de içimize korku salıyor.
Kazım ağabey’in sakin duruşu, Mami’nin güven veren sesi ve Dante’nin saf sevgisi sayesinde, tam kırk iki yıldır içimde taşıdığım o korkuyu yenmeye başladığımı fark ettim. O masadan kalkarken yalnızca çay içmiş ve sohbet etmiş biri değildim; aynı zamanda yeni dostlar edinmiş, eski bir yarayla yüzleşmiş ve sonunda onunla barışmış biriydim.
